[ VI. SANAT, SPOR ve EĞLENCE ]
|
A) Sanat
a) Kavramsal Çerçeve
Sanatın anlamı kadar değeri de öteden beri tartışılmıştır. Basit
anlatımla, ihtiyaçlar karşısında bilgi ve düşünceyi iş ile birleştirerek faydasız
veya nötr şeyleri faydalı hale getirme faaliyeti olarak tanımlanan sanat, bu
tanımın içeriğine göre, maddî ihtiyaçlara karşılık olan sanatlar (zenaat),
mânevî ihtiyaçlara karşılık olan sanatlar (estetik) olmak üzere ikiye
ayrılır. Birinci grupta yer alan sanatlar insan vücudunun rahatını sağlamaya,
daha doğrusu insanın maddî ihtiyaçlarının kolay karşılanmasına yarayan
sanatlar olup, bunlara sadece sanat veya "zenaat" denilir.
İnsanların mânevî ve estetik (bedîî) ihtiyaçlarına karşılık olan sanatlar ise
mimarlık, heykeltıraşlık, resim, dans, mûsiki ve şiirdir. İnsanda estetik
heyecan uyandıran bu tür sanat dalı ve eserleri "güzel sanatlar"
adını alır. Bu tanım ve bölümleme, sanatın kaynağının ihtiyaç olduğunu
savunanlara göredir. Sanat ile zenaatın ayrı ayrı düşünülmesinin mümkün olup
olmadığı tartışması bir yana, sanatın kaynağı tartışması hâlâ tam anlamıyla
açıklığa kavuşmuş değildir.
Din bilginlerinin ve filozofların sanata bakışı öteden beri birbirinden
farklı olagelmiş, sanat olayını değerlendirirken lehte ve aleyhte birçok
görüş ileri sürülmüştür. Sanatın ne olduğu, ne işe yaradığı, bir ihtiyaçtan
mı kaynaklandığı yoksa ruhî, mânevî ve entelektüel bir tatmin aracı mı olduğu
sorusu hâlâ doyurucu cevabına kavuşamamıştır. Kimileri sanatı, hayatın tekdüzeliğinden,
sıkıcılığından, yaşanılan adaletsizlikten, hatta kimi zaman gerçeklerden bir
kaçış olarak yorumlamışlar ve onu insanın hâlet-i rûhiyesini, doğrudan ifade
edemediği düşünce ve duygularını ifade ediş yolu olarak görmüşlerdir. Sanatı
ahlâksızlıkla eşitleyen, ikisini aynı görenler olduğu gibi, değişik
mülâhazalarla devletin de zaman zaman sanatı kontrol altında tutma ve sansür
etme ihtiyacını duyduğu görülmektedir. Lehinde ve aleyhinde çok şey söylenen
"Sanat nedir?" sorusuna "Sanat sanattır" cevabını
verenler ise, sanata ilişkin soru ve sorunların çözümsüzlüğünü veya henüz bu
hususta doyurucu cevaplarının olmadığı izlenimini veren bu cevaplarıyla, bir
bakıma sorudan kaçmışlardır.
Birçok konuda olduğu gibi, sanat hakkında da sırf sanat olması yönüyle
olumlu ya da olumsuz bir değer yargısına varmak doğru değildir. Sanatı gerek
fert gerekse toplum vicdanında bırakacağı etki ile yol açacağı olumlu veya
olumsuz sonuçlarla birlikte değerlendirmek belki mümkün olabilir. Fakat, bir
sanat eserinin veya estetik objesinin, uyandıracağı etki ve izlenimlerin
kişiden kişiye değişmesi, yani bazı kişilerin iç dünyasında olumlu, bir başka
kişide tam tersi etki ve izlenimler uyandırması mümkündür. O halde sanatın,
tek tek kişilerde uyandıracağı etki ve izlenimle değerlendirilmesi objektif
ve genel geçer olmayacaktır. Bu konuda, açık ve sınırları belirli ve nisbeten
objektif ölçülerden hareket edilecek olursa, bir toplumun inanç ve ahlâk
ilkelerine aykırı olmayan, onlarla çatışmayan sanat eserinin o toplum açısından
olumlu sayılması mümkün olur. Bu yaklaşım tarzının sanatın evrensel dil
olması özelliğini ikinci plana ittiği ileri sürülebilir. Bununla birlikte
unutmamak gerekir ki, sanat önce millîdir, sonra evrenseldir. Her sanat
eserinin, onu meydana getiren sanatkârın hayata bakışının izlerini taşıyacağı
açıktır ve bu zaten doğaldır. O halde sanat hakkında mutlak olarak iyidir ya
da kötüdür denilemez. Yalnızca sanatın türü ve vücuda getirilen sanat eseri
hakkında bir yargıya varılabilir.
Müslüman bilginlerin sanat hakkındaki yaklaşımlarının da genel çizgileri
bakımından bu bakış açısına uygun olduğu söylenebilir. Bir kere İslâm'ın
Peygamber'i, sanat ve eğlenceye savaş açmış değildir. Aksine, Hz. Peygamber
bunun meşrû ölçüler dahilinde yapılmasını tavsiye etmiştir. "Allah
güzeldir, güzeli sever" diye hemen her hususa tatbik imkânı bulunan bir
ölçü getiren bir kimsenin sanata ve estetik güzelliğe karşı olması veya
bîgâne kalması düşünülemez. Öyleyse İslâmî açıdan getirilebilecek ölçü şu
olmalıdır: Sanat ile inanç-ahlâk prensipleri arasındaki denge korunduğu,
dinin temel ilkeleri, inanç ve ahlâk esasları ihlâl edilmediği sürece sanat
meşrûdur. Hatta, sanatın evrensel bir dil olduğu da düşünülürse, evrensel
insanî değerlerin ve ahlâk prensiplerinin anlatılmasına hizmet etmeyi
hedefleyen ve tevhid inancına ters düşmeyen sanat teşvik edilmeli ve
özendirilmelidir.
Dini anlamada ve anlatmada sembollerin önemli bir yeri olduğu da göz
önüne alınırsa, sanatın bu amaca hizmet edecek bir espriyle ele alınması
mümkün olabilir. Tabii ki bu düşüncenin, "Sanat sanattır",
"Sanat sanat içindir" di-yenler, ya da "Sanatın ahlâkı ve
mesajı olamaz", "Sanatın sanat oluştan başka bir şey anlatması
beklenemez" diyenlerce kabul edilmemesi de oldukça doğaldır.
Sanata, Tolstoy'un da iddia ettiği gibi, ortak insanî değerleri ve
herkesin Tanrı'dan geldiğini yayma gibi bir görev yüklenirse, herkesçe kolay
anlaşılır bir dil olan sanat ahlâkî formül ve öğütlerin âciz kaldığı
noktalarda bir ahlâk aracı olabilir.
Sanat nereden doğmuştur? Sanatın insanın bir ihtiyacını karşılamak gibi
bir işlevi var mıdır? gibi soruların uzlaşılabilir bir cevaba
kavuşturulabilmesi elbette kolay değildir. Ancak zenaat ile sanat arasında
eğer bir ilişki kurulabiliyorsa, başka bir deyişle, hiç değilse bazı sanatlar
açısından, zenaat sanatın bir önceki merhalesi olarak kabul edilebilirse,
sanatın insanın estetik beğenisi kadar zenaattan da kaynaklandığı
söylenebilir.
Sanat, çeşitli noktalardan bir bölümlemeye tâbi tutulmuş ve bu
bölümlemelerde yer alan türler zaman içerisinde değişiklik göstermiştir.
Meselâ güzel sanatlar deyince önceleri genelde "mimarlık,
heykeltıraşlık, resim, müzik" ve "şiir" akla gelirken
sonraları bunlara daha başka türler de eklenmiştir. Şu var ki sınıflama ve
bölümlemeler nasıl olursa olsun İslâm'ın sanata bakışı, daima bununla inanç
ve ahlâk prensipleri arasındaki uyum veya uyumsuzluğa göre tesbit edilebilir.
Bu itibarla, sanatın dinî açıdan hükmü, kullanım amacına, tarzına, dinin ilke
ve hükümlerine aykırı olup olmamasına göre farklılık gösterebilecektir. Cinsî
tahrike sebep olan, insanların cinsî duygularını, kadın ve erkeğin cinsî
cazibesini sömürü aracı olarak kullanan, insanları kötüye, yanlışa ve çirkine
yönlendiren, psikolojik bozukluk ve anormallikleri yaygınlaştırmaya çalışan,
kavgayı ve bağnazlığı kışkırtan, Allah'ın birliği ve aşkınlığı inancına
aykırı bulunan davranış, şekil ve usullerin sanat adı altında da yapılsa,
dinen doğru görülmeyeceği açıktır. Zaten bu alanda din ile selim akıl ve
fıtrat tam bir uyum içerisindedir.
b) Resim ve Heykel
Klasik literatürde, resim ve heykel konusunda getirilen hükümler, büyük
çoğunlukla "sûret" ve aynı kökten türeyen "tasvir"
tabirleri etrafında cereyan ettiği için biz resim ve heykel konusunu
"sûret" kavramı üzerinde yapacağımız çözümlemeyle açıklamak istiyoruz.
Sûret, Arapça'da daha çok "şekil,
biçim, görünüş ve resim" anlamında kullanılmaktadır. Timsâl
kelimesi de anlam bakımından sûrete yakındır. Sûret ile timsal kelimelerini
eş anlamlı görenler bulunduğu gibi, bazı hadislerde sûret kelimesi yer yer timsal
kelimesinin eş anlamlısı olarak kullanılmıştır. Bununla birlikte genelde
dilciler, sûreti iki kısımda değerlendirerek, birincisinin gölgeli sûretler
(timsal=heykel), ikincisinin ise resmedilen, çizimlenen diğer şeyler olduğunu
belirtmişlerdir. Meselâ "Sizi yarattık, sonra tasvir ettik"
(el-A`râf 7/11) âyeti için getirilen yorumlardan birisi "Önce
ruhlarınızı yarattık sonra bedenlerinizi şekillendirdik" tarzındadır.
Bazı hadislerde de sûret kelimesi, insanın dış görünüşü ve şekli anlamında
kullanılmıştır (sûret kelimesinin bu anlamda kullanıldığı diğer hadisler için
bk. İbn Mâce, "Rü'yâ", 2; Müsned, II, 118). Sûret tabirinin, ruh
sahibi veya ruhsuz bütün şeyleri içine aldığı, timsalin ise yalnızca ruh
sahibi şeylere mahsus olduğu da ifade edilmektedir. Buna göre sûret
kelimesini kendisine bir şekil verilmiş ve biçimlendirilmiş şey (resim ve
heykel) anlamında anlamak daha doğru olacaktır. Bazı âyetlerde (Âl-i İmrân
3/6; el-A`râf 7/11; el-Mü'min 40/64; et-Tegabün 64/3), tasvîr (savvere)
kelimesi "şekil ve biçim vermek", bazı yorumlara göre, biçimin
dışında başka "mânevî özelliklerle bezemek" anlamında
kullanılmıştır. Bu bakımdan, sûret kelimesinin fiil masdarı olan tasvir
kelimesini sırf bugün anlaşıldığı mânada "resmetme" ya da "çizim"
olarak anlamak doğru olmayıp, hem çizim (resim) ve hem de bir maddeye şekil
ve biçim verme anlamlarını içine alacak bir genişlikle anlamak daha uygundur.
Aynı şekilde, aynı kökten türemiş olan tesâvîr kelimesi genelde
"resim" mânasında kullanılmakla birlikte "heykel"
anlamına da gelmektedir. Allah'ın, Kur'an'da kendisini "biçim
veren" (musavvir) (el-Haşr 59/24) olarak vasıflaması ve bu ifadenin
müfessirler tarafından "yaratıcı" mânasında yorumlanmış olması da
yukarıda verilen anlamı desteklemektedir.
Sûret kelimesi Kur'an'da, biri tekil ikisi çoğul olmak üzere üç yerde
geçmekte ve genelde insanın biçim ve şekli olarak yorumlanmaktadır. Kur'an'da
"timsâl" (çoğulu temâsîl) kelimesi de iki yerde ve çoğul olarak
"temâsîl" şeklinde geçmektedir. Bu âyetlerden birinin anlamı
şöyledir: "İbrâhim, babasına ve kavmine `Nedir bu tapındığınız heykeller
(temâsîl)!' demişti" (el-Enbiyâ 21/52). Diğer âyette ise Süleyman'a
timsaller yapıldığından bahsedilir (Sebe' 34/13). Bu ikinci âyette geçen
timsallerin anlamı konusunda getirilen yorumlardan biri, bunların,
meleklerin, peygamberlerin ve sâlih kişilerin heykelleri (ya da resimleri;
suver) diğeri de Süleyman'ın tahtının ve basamaklarının üzerinde bulunan
tavus ve doğan gibi kuşların sûretleri olduğu şeklindedir.
Birçok âyette "yarattı" anlamında yorumlanan
"savvere" fiili geçmekte olup, bu hususla resim yapma arasında
doğrudan bir ilişki kurmak pek mümkün gözükmemektedir. Bununla beraber bazı
hadislerde, insan görünümünün resmini çizenler Allah'ın taklitçisi (tanrılık
özentisi içinde olanlar) olarak telakki edilip bu yüzden cezaya mâruz
kalacakları ifade edildiğinden, İslâm'daki resim yasağının Kur'ân-ı Kerîm'den
kaynaklandığını düşünenler olmuştur. Fakat bu husus aslında, resim yasağını
Kur'an'a dayandırmak için pek yeterli görünmemektedir. Zira bu anlayış
hadisin vârit olduğu dönemin şartlarından soyutlanarak genelleştirilmeye
çalışılırsa, bugün teknolojide kullanılmaya başlayan ve teknik köle
diyebileceğimiz robotların yapılmasının ve kullanılmasının da yasak ve haram
olduğunu söylemek gerekecektir. Bu itibarla resim yasağının daha ziyade
sünnetle konulduğunu kabul etmek ve yasaklanma sebebini başka gerekçelerle
izaha çalışmak daha doğru görünmektedir.
Sûret yasağının dayandırıldığı belli başlı rivayetler şöyle
sıralanabilir:
a) Hz. Âişe'nin naklettiğine göre Hz. Peygamber, evinde üzerinde salîb
(Îsâ'nın çarmıha geriliş sahnesini tasvir eden resim) bulunan her şeyi
kırmıştır (Buhârî, "Libâs", 90).
b) "Kıyamet gününde en şiddetli azaba mâruz kalacak olanlar
musavvirlerdir" (Buhârî, "Libâs", 89).
c) "Bu sûretleri yapanlara kıyamet gününde `Yarattıklarınıza can
verin' denilerek azap edilecektir" (Buhârî, "Libâs", 89).
d) Hz. Âişe'den rivayet edildiğine göre, Âişe bir defasında üzerinde
(hayvan) resimleri bulunan bir minder almıştı. Hz. Peygamber bunu görünce
kapının önünde bekledi ve içeri girmedi. Hz. Âişe, Resûl-i Ekrem'in yüzünde
hoşnutsuzluk işaretlerini görünce, "Yâ Resûlallah! Allah'tan ve Allah'ın
Resulü'nden bağışlanma dilerim. Bir kusur mu işledim?" dedi. Hz.
Peygamber, üzerinde resim bulunan minderi göstererek "Şu minderin burada
işi ne?" buyurdu. Âişe "Yâ Resûlallah! Onu, kâh oturasın, kâh
yaslanasın diye senin için satın almıştım" dedi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber, "Bu resimleri yapanlara kıyamet gününde azap edilir ve onlara
`Hadi bakalım, yaptığınız şu sûretlere bir de can verin' denilir. İçinde
resimler bulunan eve melekler girmez" (Buhârî, "Libâs", 95;
hadisin şerhi için bk. İbn Hacer, Fethu'l-bârî, V, 228-229; Kâmil Miras,
Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, VI, 414).
e) "Melekler, içerisinde köpek ve tesâvîr bulunan eve
girmezler" (Buhârî, "Libâs", 88).
f) "Melekler, içerisinde sûret bulunan eve girmezler; kumaş
üzerindeki desen ve nakış müstesna" (Buhârî, "Libâs", 92).
g) Hz. Âişe kendi oturduğu evin sofasına üzerinde timsaller bulunan bir
perde çekmişti. Hz. Peygamber seferden döndüğünde bunu görünce "Kıyamet
gününde en şiddetli azaba çarptırılacak olanlar Allah'ın yaratmasına
benzemeye çalışanlardır" buyurdu. Âişe, sonra bu perdeden bir veya iki
yastık yaptıklarını söylemiştir (Buhârî, "Libâs", 91).
h) Hz. Âişe'nin, üzerinde tasvirler bulunan bir perdesi vardı ve bunu
odasının bir tarafına çekmişti. Hz. Peygamber bunu görünce, Hz. Âişe'ye
"Şu perdeyi karşımdan kaldır; üzerindeki tasvirler namazda iken hep bana
görünüp duruyor" demiştir (Buhârî, "Libâs", 93).
Gerek Buhârî'deki metinde gerekse Nesâî'nin rivayetinde, Hz. Peygamber'in
söz konusu tasvirler yüzünden namazı yeniden kıldığına dair bir kayıt
bulunmadığı için evde sûret bulunmasının yalnızca mekruh olduğu, namazın
sıhhatine bir zarar vermediği söylenmiştir. Bu hadisten ilk bakışta anlaşılan
husus, üzerinde resim bulunan perdenin sırf namazdaki huşûu bozduğu için hoş
karşılanmadığıdır.
ı) Hz. Âişe'nin, üzerinde kuş resmi (timsal) bulunan bir perdesi vardı ve
eve girenin ilk önce göreceği bir yere asılmıştı. Hz. Peygamber bunu görünce,
"Âişe, şu perdenin yerini değiştir. Eve girip hemen onu görünce dünyayı
hatırlıyorum" demiştir (Müslim, "Libâs", 88).
j) Hz. Âişe'nin bebek ve kanatlı at şekillerinde oyuncaklarının bulunduğu,
Hz. Peygamber'in bunları gördüğü ve tebessümle karşıladığı rivayet edilir
(Ebû Dâvûd, "Edeb", 62).
k) Rivayet edildiğine göre, İbn Abbas'a bir tasvirci müracaat ederek,
"Ben, şu gördüğün tasvirleri yaparak (resim çizerek) geçinirim. Bu hususta
bana fetva ver!" dedi. İbn Abbas, adamın kendine iyice yaklaşmasını
istedikten sonra elini adamın başı üzerine koyarak "Bak ben şimdi sana
Resûlullah'tan duyduğum bir hadisi haber vereceğim. Hz. Peygamber, "Her
resim yapan (musavvir) cehennemdedir ve Allah, yaptığı resime ruh üfleyinceye
kadar bu adama azap eder. Ruh üflemesi de zaten mümkün değildir"
buyurdu. Adam bu sözler üzerine dehşete kapılınca İbn Abbas devamla,
"Eğer sen sanatına devam etmek mecburiyetinde isen ağacı ve ruh taşımayan
şeyleri resimle" (Buhârî, "Büyû`", 104; Müslim,
"Libâs", 99).
İbn Abbas'ın bu fetvasının delili olarak Ebû Hüreyre'nin şu rivayeti
gösterilmektedir: Bir keresinde Cibrîl Hz. Peygamber'in yanına girmek için
ondan izin istemişti. Resûlullah izin verdiği halde Cibrîl içeri girmemiş ve
şöyle demiştir: "İçerisinde birtakım at ve insan timsallerinin bulunduğu
perde asılı olan bir eve ben nasıl girerim? Bu resimlerin ya başlarını
koparmalı veya bu perdeyi yere sermelisiniz. Biz melekler içinde timsal olan
eve girmeyiz" (Tahâvî, Me`âni'l-âsâr, IV, 287).
Büyük bir muhaddis ve Hanefî fakihlerinin ileri gelenlerinden olan Tahâvî
bu hadisi naklettikten sonra şu yorumu yapmıştır: Bu hadisin zâhirinden, başı
koparılmış ruh sahibi canlının timsalinin mubah olduğu anlaşılmaktadır. Buna
göre, bu hadis ruh sahibi olmayan şeylerin tasvirinin mubah olduğuna ve
görünüm itibariyle ruh taşıması mümkün olmayan canlıların yasak kapsamından
çıktığına delâlet etmektedir (Tahâvî, Me`âni'l-âsâr, IV, 287).
Mâlikî fakihlerden İbnü'l-Arabî, sûret yasağı ile ilgili bütün
rivayetlerden hareketle, bu konudaki hükmü şöyle özetlemektedir: Eğer yapılan
sûretler heykel türünde (ecsâd) ise bunun haram olduğunda icmâ vardır. Ancak,
kumaşta bir desen ve nakış şeklinde (rakm) ise bu hususta dört görüş bulunmaktadır.
Bu görüşlerden birincisine göre, hadiste geçen "kumaş üzerindeki nakış
müstesna" kaydından hareketle kumaş üzerindeki resim, desen ve nakış
câizdir. İkinci görüş ilgili diğer hadislerin genel muhtevasından hareketle
yasaktır. Resime bir kayıt getiren üçüncü görüşe göre ise, eğer resim, şekil
ve görünüm itibariyle kesintisiz ve kendi başına durabilecek biçimde ise
yasaktır. Şayet, bu resmin bütünlüğü bozulursa câizdir. Diğer görüşe göre ise
resim, duvara veya yüksek bir yere asılırsa yasak, yere sermede olduğu gibi,
önem verilmeksizin kullanılacak eşya üzerinde bulunuyorsa câizdir
(İbnü'l-Arabî, Ârizatü'l-ahvezî, VII, 253).
Şâfiî fakihlerden Nevevî ise, tasvir işinin hükmüne ilişkin olarak,
hadislerde söz konusu edilen ağır tehditlerden ve Allah'ın yaratmasına
benzemeye çalışma anlamı taşıdığından hareketle, ne ile yapıldığına ve ne
üzerinde olduğuna (kumaş, yaygı, para, kap, duvar vb.) bakılmaksızın, canlı
(insan ve hayvan) sûretini tasvir etmenin haram ve büyük günahlardan olduğunu
söylemiş; ağaç, dağ, deve semeri gibi şeyleri tasvir etmenin ise haram
olmadığını belirtmiştir. Üzerinde canlı sûretleri bulunan şeyleri kullanmanın
hükmünün ise, bu eşyanın nerede ve nasıl kullanılacağına bağlı olduğunu ifade
etmiş ve bu sûretlerin, -duvara asılması ve giyilen bir elbisede olması gibi-
önemsenmemiş sayılamayacak bir konumda kullanılmasının haram olduğunu; yere
serilip çiğnenen bir yaygı veya minder üzerinde bulunmasının ise, -rahmet
meleklerinin içeri girmesine engel teşkil edip etmeyeceği tartışılmakla
birlikte- haram olmadığını söylemiştir. Nevevî devamla zikredilen bu hükmün
hem gölgeli hem de gölgesiz sûretler için geçerli olduğunu söylemiştir.
Nevevî'nin zikrettiğine göre, bazı Selef bilginleri hadislerde söz konusu
edilen yasağın yalnızca gölgeli sûretler için geçerli olduğunu, gölgesiz
sûretleri yapmada bir sakınca bulunmadığını ileri sürmüşlerdir (Nevevî, Şerhu
Sahîhi Müslim, XIV, 81-82).
Bilginler, insan ve hayvan gibi canlılar dışındaki varlıkların
resimlerinin yapılmasının, bundan kazanç elde edilmesinin câiz olduğunu
söylerken, birçok hadiste kıyamet günü musavvirlere söyleneceği belirtilen
"Hadi bakalım, yarattıklarınıza bir de can verin" ifadesinden ve
İbn Abbas'ın yukarıda zikredilen fetvasından hareket etmişlerdir. Şu kadar
var ki, bu konudaki deliller dikkatle incelendiğinde, hadislerde geçen
şiddetli tehditlerin, tapınmak için veya yaratma hususunda Allah ile boy
ölçüşme kastıyla resim ya da heykel yapanlara ilişkin olduğu sonucuna ulaşmak
mümkündür. Zira bu amaçla yapılmayan mâsum resimler için bu tehditler oldukça
ağırdır. Nitekim, konuya ilişkin hadislerin kronolojisi de tehditlerin
gitgide azaldığını göstermektedir.
Bilginlerin çoğunluğu çocuk oyuncaklarının yasak kapsamı dışında
kaldığını ifade etmişlerdir.
Öte yandan âlimler, Hz. Süleyman'ın dininde, timsal (heykel veya resim)
yapımının serbest olmasıyla İslâm'da sûretin yasaklanmış olması arasını telif
için Süleyman'ın dininde bunun yasaklanmadığına, hatta buna izin verildiğine
işaret etmişlerdir. Meselâ Zemahşerî, sûret ve timsal yapımının zulüm ve zina
gibi aklen çirkin olmadığını ve hükmünün şeriatlara göre değişebileceğini
belirtmiştir.
İslâm'da sûretin yasaklanmasının gerekçesi olarak, Hz. Peygamber'in,
"Allah, sûret yapanlara, yaptıkları sûretlere ruh üfleyinceye kadar azap
edecektir. Ruh üflemeleri de zaten mümkün değildir" ve "Kıyamet
gününde en şiddetli azaba çarptırılacak olanlar Allah'ın yaratmasına
-yarattıklarına- benzemeye çalışanlardır" gibi hadislerden hareketle,
`yaratma hususunda Allah'a benzemeye çalışma' hususu gösterilmiştir. Bu
gerekçelendirme yanlış olmamakla birlikte öyle görünüyor ki, sûret yasağının
asıl illeti, İbnü'l-Arabî'nin de isabetle belirttiği gibi şudur: Câhiliye
Arapları'nın putlara tapma âdetleri vardı ve bu putları kendi elleriyle
tasvir edip sonra bunlara tapıyorlardı. İslâmiyet, puta tapmaya vesile olan
şeyleri kaldırmak suretiyle tevhid sisteminin korunmasında titizlik
göstermiştir (İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, IV, 1599-1602). Buna o dönemde
haçın hıristiyanların hayatındaki konumunu da eklemek gerekir. Bu itibarla,
resim ve timsal hakkında vârit olan yasaklamanın ana sebebinin, bunlara
tapınma endişesi olduğu söylenebilir. İslâm dini, tevhid dinidir. Araplar,
kendi elleriyle çizdikleri ve şekillendirdikleri resimlere ve putlara
tapıyorlardı. Hz. Peygamber, Araplar yeniden eski alışkanlıklarına döner
endişesiyle, bu alışkanlıkları hatırlatan resimleri ve sûretleri de
yasaklamayı uygun bulmuştur. Nitekim, benzer bir uygulamaya, şarabın
kesinlikle yasaklanmasından sonra rastlanır. Resûlullah normalde
kullanılmalarında bir sakınca olmadığı halde, şarap yasağından sonra
Araplar'ın içerisine şarap koydukları dübbâ ve nakîr gibi özel isimlerle
anılan şarap kaplarının kullanılmasını da yasaklamıştı. Hz. Peygamber bu
metotla Araplar'a eski alışkanlıklarını hatırlatacak şeyleri de sedd-i zerîa
kabilinden olmak üzere yasaklamıştır. Resim ve timsal yasağının da bu
çerçevede değerlendirilmesi ve bu yolla tevhid inancını her ne suretle olursa
olsun şirk bulaşığından arındırma amacı güdüldüğünün söylenmesi mümkündür.
Bazı bilginlerin, resim hakkında şiddetli tehdit içeren yasaklamaların
İslâm'ın ilk dönemlerinde olduğu, sonra bu tehdidin gitgide hafiflediği
şeklindeki açıklamaları da, yasak sebebinin biraz önce bahsedilen endişe
olduğu hususunu desteklemektedir.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, bilginler ağaç, dağ, taş gibi manzara
resimlerinin çizilmesinin ve kullanılmasının, aynı şekilde insan bedenini tam
olarak yansıtmayan sûretin mubah olduğunu ifade etmişlerdir. Nevevî gibi bir
kısım âlimlerin, üzerinde canlı resmi bulunan kumaşların, yaygı, sofra bezi
gibi amaçlarla kullanılabileceği, Tîbî gibi diğer bazılarının ise, bunların
mutlak surette mubah olduğu şeklindeki açıklamaları göz önüne alınınca; artık
günümüzde resim yapmanın ve resimli eşya kullanmanın, tevhid inancına aykırı
bir sonuca götürme durumu veya endişesi olmadığı sürece, ilk dönemler
hakkındaki yasağın kapsamına girmediğinin ve dolayısıyla haram olmadığının
ifade edilmesiyle yeni bir şey söylenilmiş olmayacaktır.
Üzerinde Resim ve Sûret Bulunan Eşyayı Kullanmak. Hanefîler, üzerinde insan veya hayvan resmi bulunan yaygı üzerinde namaz
kılmada bir sakınca olmadığını belirtmişlerdir. Çünkü, resimli yaygının
ayaklar altına alınması, resimlere değer vermeme anlamındadır. Ancak, resime
ibadet etmeye benzeyeceği için yaygıdaki resimler üzerine secde edilmemesi
tavsiye edilmiştir. Yine bu resimler (sûret veya tesâvîr), baş hizasından
daha yukarıda, kişinin hizasında ve önünde asılı olarak bulunurken namaz
kılmanın mekruh olduğu söylenmiştir. Resimler, kişinin arkasında veya
ayakları altında ise, namaz mekruh olmayıp, resimlerin evde bulundurulmuş
olması mekruhtur. Evde resim bulundurmanın mekruh olmasının gerekçesi ise,
Cebrâil'in, "Ben içerisinde köpek veya sûret bulunan eve girmem"
sözüdür.
Resimli elbise giymek mekruh görülmekle birlikte, bu elbise içinde
kılınan namaz sahihtir. Fakat ihtiyaten yeniden kılınması uygundur
(Mergýnânî, el-Hidâye, I, 362-364). Hanbelîler de üzerinde canlı resimleri
bulunan elbise giymenin haram olmayıp mekruh olduğunu belirtmişlerdir (İbn
Kudâme, el-Mugnî, I, 590).
İlk bakışta dikkati çekmeyecek derecede küçük olan resimlerin
bulundurulmasında ve kullanılmasında da bir sakınca yoktur. Nitekim, Ebû
Mûsâ'nın üzerinde iki sivrisinek resmi bulunan bir yüzüğü olduğu, İbn Abbas'ın
da küçük resimlerle donatılmış bir kanunu (ocak benzeri bir şey) olduğu
nakledilmektedir.
Abdürrezzâk, İbn Abbas'ın, içerisinde sûret bulunan kilisede namaz
kılmayı kerih gördüğünü, Hz. Ömer Şam'a gittiğinde hıristiyanların ileri
gelenlerinden birinin Ömer için yemek hazırlatıp davet ettiğini, Ömer'in de,
"Biz sizin kiliselerinize girmeyiz; çünkü oralarda sûretler vardır"
diyerek bu daveti geri çevirdiğini nakletmektedir. Râvi, Hz. Ömer'in
"sûret" sözüyle timsali kastettiğini belirtmiştir (Buhârî, "Salât",
54).
Resimli Eşyanın Alım Satımı. Bilginlerin
çoğunluğu, Hz. Âişe'nin satın aldığı resimli minderi Hz. Peygamber'in iade
ettirmeyerek, şeklini ve konumunu değiştirmek suretiyle başka bir amaçla
kullanılmasına izin vermesinden hareketle, resimli eşyanın satımının câiz
olduğunu söylemişlerdir.
Zâhirî mezhebinin ünlü fakihi İbn Hazm, çocuk oyuncakları dışında bütün
sûretlerin satımının haram olduğunu ifade etmektedir (İbn Hazm, el-Muhallâ,
IX, 25). Ancak İbn Hazm'ın resimli kumaşın satımını câiz gördüğü
hatırlanırsa, burada sûretten maksadın heykel türü şeyler olduğu
söylenebilir.
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, İslâm öncesi dönem Araplar'ı da tek
yaratıcı olan Allah'a inanmakla birlikte O'na, araya vasıtalar koyarak
ulaşabileceklerini düşünüyor, bunun için de çoğu insan sûretindeki çeşitli
resim ve heykelleri (put) aracı-tanrı kabul ediyorlardı. Başlangıçta insanın
estetik duygusunun, yaratıcı düşünce ve hayal gücünün eseri gibi gözüken bu
sûret ve heykeller soyut tanrı kavramına ulaşmakta zorlanan kişiler için
giderek basit görünüm ve yapısından çıkıp madde ötesi güçleri temsil etmeye,
hatta insanın tapınma ihtiyacını karşılayacak ölçüde kutsallık taşımaya
başlamıştır. İslâm bu beşerî yanılgının çok yoğun olduğu bir dönem ve
toplulukta ortaya çıktığı ve Allah'tan başka hiçbir yaratıcının ve mutlak güç
sahibinin olmadığı (tevhid) fikrini tebliğinin odak noktası yaptığı için,
haliyle insanları tevhid akîdesinden uzaklaştıracak, şirke bulaştıracak her
türlü tehlike karşısında da çok temkinli davranmış, titizlik göstermiştir.
Hz. Peygamber'in sûret ve timsal konusunda gösterdiği hassasiyet de bu
yüzdendir. Ancak, naslardaki tasvir ile ilgili yasaklayıcı ve tehditkâr
ifadelerde İslâm tebliğinin ileri dönemlerine doğru azalma görüldüğü gibi,
müslümanların bu ilkel yanılgıdan iyice uzaklaşması ve bu yönüyle şirke
bulaşma tehlikesinin azalmasına paralel olarak İslâm âlimlerinin de resim ve
sûretler konusunda daha müsamahakâr davranmaya başladıkları görülmektedir.
Heykel konusunda daha katı davranılması da yine bu anlayışın sonucudur. Böyle
olunca, burada yasaklanan şey, resim ve sûretin bizzat kendisi olmayıp,
bunların kişileri şirke götürmesi, kutsallık ve tapınma aracı yapılması
durumudur. Zaten dinde haram ve helâle konu olan şeyin eşya (a`yân) değil de fiiller
(ef`âl) olduğu söylenirken de bu ifade edilmek istenir. O halde anılan endişe
ve tehlikenin mevcudiyeti oranınca yasak oluş hükmünün varlığını koruyacağı,
bunun bulunmayıp daha çok bir ihtiyacın, estetik duygunun ifadesi olduğu
durumlarda ise bu tür faaliyetleri aslî hükmü olan "mubah"
çerçevesinde değerlendirmenin uygun olacağı söylenebilir.
Öte yandan, resim çizme ve heykel yapma bazı İslâm bilginlerince bir
bakıma Allah'ın yaratıcılığına özenme, fikrî planda da olsa O'nun tek
yaratıcılığını gölgeleme olarak değerlendirilmiş ve bu gerekçe ile doğru
görülmemiştir. Gerçekten de şekillendirme yeteneğine, keşif ve sanat gücüne
sahip kimselerin bu gücü kendilerinden bilip kibir ve gurura kapılmaları ne
kadar yanlış ise, bu kabiliyeti Allah'ın lutfu olarak görmek de o kadar
isabetli ve gerçek olacaktır. Yukarıda zikredilen yasaklama gerekçesi böyle
bir açıklamaya tâbi tutulduğunda, günümüzdeki fotoğrafın, kamera, video ve
diğer teknik araçlarla ekrana, sahneye yansıtılan görüntülerin klasik
literatürdeki "tasvir" kapsamında düşünülmemesi gerekir. Çünkü
bunlar olmayan bir varlığın hayal gücüne dayanarak şekillendirilmesi olmayıp
aksine, mevcut varlıkların teknik cihazlarla kaydedilip tekrar görüntüye
gelmesidir. Bunlar belki de insan ve diğer varlıkların görüntülerinin suya,
aynaya yansıması grubunda mütalaa edilebilir. Böyle olunca, fotoğraf ve
filimlerde yer alan tema ve görüntünün, dinin inanç ve ahlâk esaslarını ihlâl
etmemesi, cinsî tahrike, bozgunculuk ve fitneye yol açmaması gibi şartlar
üzerinde öncelikle durulması gerekir. Haliyle bu şartlar da, fotoğraf ve
filmin kendisinin meşrûluğundan çok kullanım tarz ve amacıyla ilgili olarak
getirilebilecek sınırlamalardır.
"Sanatla Allah’a varan insanlarIn imanI estetik bir imandIr”
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İslam Tarihi ve
Sanatları Bölüm Başkanı Prof. Dr. Nusret Çam ile İslamda Sanat-Sanatta İslam
kitabı üzerine:
- Hocam, İslam’da Sanat-Sanatta İslam kitabını yazmaya neden
ihtiyaç duydunuz?
- Türkiye’nin ve İslam dünyasının kanayan yaralarından biri
de sanatla İslam’ın, İslam’la sanatın bağdaştırılamamasıdır. Bu son derece ciddi
bir olaydır. Çünkü bazıları İslam deyince maalesef kötü şeylerle anlıyor.
Veyahutta heykel kırmayla anlıyor. Afganistan’da olduğu gibi tarihî
eserlerin tahrip edilmesi bu yanlış anlamalara sebep oluyor. Halbuki sanatın
İslam’da önemli bir yeri vardır. Ben lise yıllarından itibaren edebiyat ve
şiirle ilgilenmeye başlamıştım. Sanata meylettiğimden ve sanat tarihçisi olduğum
yıllardan sonra gerçekten ciddi ciddi sordum kendime: Acaba bu yaptığım iş
İslam’la ne kadar bağdaşıyor. Sonra gördüm ki İslam doğrudan doğruya estetikle
alakalıdır. Sanat İslam’ın bir parçası temel unsurlarından bir tanesi. Zira
“Allah güzeldir ve güzeli sever.” diye bir hadis-i şerif var. Allah’ın
güzel isimleri var. Bu güzel isimlerden biri Musavvir’dir. Yani tasvir edici,
suret yapandır. Allah insanı güzel bir surette yaratmıştır. Bütün bunlar
çerçevesinde baktım ki iş çok ciddi bir boyut kazandı ve bu kitabı yazmaya karar
verdim.
- Konuşmak nasıl yasak değilse, yemek nasıl yasak değilse
tasvir de yasak değildir. Kur’an-ı Kerim’de resim yapmanın yasak olduğuna dair
en ufak bir ifade bulamazsınız. Hatta Kur’an-ı Kerim’de resmin yasak olmayıp tam
tersine mübah olduğunu gösteren pek çok ayet vardır. Sebe’ suresinin 13. ayetine
göre Süleyman Peygamber’e (a.s.) yakın kimseler O’na heykel yapmışlardır.
Sarayda kullanmak (süs) için.
- Tabi kendisi yaptırmış. Bu ayete göre mihraplar, saraylar
veyahut da mabetler, büyük büyük havuzlar, büyük büyük kazanlar yaparlardı. Ve
temasil yaparlardı. Temasil heykel demektir, hatta estetik değeri olan heykel
demektir.
- Bunu tam bilemiyoruz. Tefsirciler bu konuda anlaşmış değil
ama benim kanaatime göre at heykelidir. Çünkü Sa’d suresinin 31. ayet-i
kerimesine bakarsanız burada Süleyman Peygamber’in (a.s.) atları sevdiğini
anlarsınız. Hatta bu cennet atlarının kendisine özel olarak gönderildiğini
görürsünüz. Ve Hz. Peygamberimizin (s.a.s.) Hz. Aişe’yle olan bir şakası
sırasında Hz. Peygamber’in bu atların kanatlı atlar olabileceğini belirttiği
anlarsınız. Peygamberimiz bir gün Hz. Aişe’nin yanına geliyor. Odasında oturmuş
bir şeyle oynadığını görüyor. Peygamberimiz soruyor: Ya Aişe, bu nedir?
Oğullarım diyor. Peki ya Aişe şunlar nedir? Kızlarım diyor. Peki ya şu
ortadakiler? At diyor. Efendimiz tebessüm ederek gülüyor. Ya Aişe atların
kanatları mı olur diyor. Demek ki kanatlı atmış. Hz. Aişe’nin verdiği cevap çok
enteresan: “Bilmiyor musun ki Süleyman’ın da kanatlı atları vardı.”
Hz. Süleyman hakkındaki Sebe suresinin 13. ayeti, Sa’d
suresinin 31. ayeti ve bu hadisi, üçünü yanyana koyduğunuz zaman tablo meydana
çıkıyor.
- Evet mümkün Peygamber Efendimizin kendi ayak izini
yaptırdığını, resmettirdiğini söyleyebiliriz. İspatı İstanbul’dadır. Topkapı
Sarayı’nda Kutsal Emanetler Dairesi’nde Hz. Peygamberimizin kendi rızasıyla
yaptırdığı ayak izi vardır. Üstelik “Çamura basılmış da ayağının izi çıkmış
değil.” Yakından bakarsanız o taşın bazalt olduğunu görürsünüz. Bazalt, işlemesi
çok zor mermer taştır. Dolayısıyla çamura basmak suretiyle çıkan bir iz değil
bu. Doğrudan doğruya birisi bunu yapmıştır. Peygamber efendimiz yaptırmıştır. Bu
kendisinin resim yaptırdığına dair işarettir. Örnekleri çoğaltmak
mümkündür.
Mesela bir gün Peygamber Efendimiz, ya Aişe şu perdeyi
kaldır diyor. Hz. Aişe mesciddeki bu perdeyi kaldırıyor. Çünkü perdede suret
var, resim var. Hz. Aişe bu perdeden yastık yapıyor ve üzerinde resim bulunan bu
yastıklar Peygamber Efendimiz tarafından kullanılıyor.Hâlâ İslam’da resim ve
tasvirin haram olduğunu düşünürsek fotoğraf, televizyon (dini yayın yapsanız
bile) haram olur. Surettir çünkü. Dolayısıyla resimi günlük hayatımızdan
çıkarırsak ne olur? Gazete biter, dergi biter, kitap biter, bilgisayar biter,
internet biter.
- Tabii ki zamanın fıkha etkisini inkar edemeyiz. Mesela ben
bugün değil de 200 sene önce yaşasaydım bu şekilde söyleyebilir miydim?
Bir de ayet ve hadislerin iyi irdelenmesi gerekiyor. Perde
hadisi gibi. Peygamber Efendimizin namaz kılarken dikkatini çektiği için
kaldırılması, fakat bir yandan da onu yastık olarak kullanmakta beis görmemesi
dikkat çekicidir.
- Evet. Çünkü Peygamberimizin odasının öbür tarafı mescit.
Yani avludan, mescidden giriliyor Efendimizin evine. Dolayısıyla orası dînî bir
alan. Ama evinin diğer tarafı sivil bir alan. Yani sivil alanlarda resim
kullanmakta bir beis yoktur. Ama mescitlerde resim yasaktır.
- Camilerimizden başlayalım. Camilerimizin avlusuz, bahçesiz
yapıldığını görüyoruz. Hem cennetten bahsedeceksiniz, cennetin bahçeden ibaret
olduğunu söyleyeceksiniz, hem de camilerinizi bahçesiz yapacaksınız. Kaldırımdan
çıkılan bodrum katlarındaki camiler, veyahut da altı hızar atölyesi, torna
atölyesi ve üstü cami. Bu İslam estetiğine, Allah’ın evi imajına hiç uygun
değildir.
Güncel bir konuya geleyim. Popstar yarışmalarına bakınız.
Bunlar estetik erozyon değil midir? Ne ses var, ne müzik terbiyesi var, ne de
adab-ı muaşeret var. Ya da oturduğumuz evlere bakalım. Evlerimizdeki
yaşantılarımıza bakalım. Bizi rahatsız edecek şekilde önünden geçilmeyen evler
ve sokaklar. Hangi konuda biz büyük eserler meydana getirmişiz? Kaç eserimiz
var bu şekilde? Hâlâ Sultan Ahmet’le övünüyoruz, Selimiye ile övünüyoruz. Aradan
500 yıllık bir zaman geçmiş. Bunlara yeni şeyler eklemeyelim mi?
- Tabii ki kaliteli yaşayan insanlar o zaman da vardı bu
zaman da vardır. Fakat onlar kendilerine has bir değer oluşturmuşlardı.
Kendilerine has bir estetik anlayışları vardı. Belki padişahtan vezire, paşalara
kadar herkes aynı estetik seviyede değildi ama estetik bir hassasiyet vardı.
Mesela Aşık Veysel, okuma yazması olmayan, Sivas’ın köyünden çıkmış bir adam. O
kültüre hitap eden bir adam. Bir onun yaptığı esere bakın; bir de Hacı Arif
Bey’in eserine bakınız. İkisi de farklı sahalarda olmakla beraber ne kadar güzel
duyguları ifade ediyor. Okumuşluğun da bununla alakası yok. Ama şimdikilere
bakıyoruz; estetikten ve kaliteden çok uzak.
- Bu dünyanın en zor sorularından bir tanesi. Şiiri tarif
edebilir misiniz? Ruhu tarif edebilir misiniz? Peki Allah’ı (c.c.) tarif
edebilir misiniz? Aşk! Aşkı tarif edemezsiniz ama onun eserini görürsünüz. O
bakımdan güzel olan, insanlarda olumlu duygular uyandıran ve fizikî olaylar,
görüntülerdir. İnsanlarda pozitif duygular uyandırır. Bu genel bir tanım
olabilir ama izafidir. Bir de çok izafi olan, gerçek olan güzellikler de vardır.
- Ta kendisidir. Ama düşünebilen bir beyin, hissedebilen bir
ruh için. Hissedemeyen bir ruh, düşünemeyen bir beyin için binlerce delil
serseniz yine de fayda etmez. Ebu Cehil inandı mı, Peygamber Efendimiz’in o
güzelliği karşısında? İnanmadı. Birazcık düşünebilen bir insan için sanat
hakikatın ta kendisidir. “Çünkü sanatla Allah’a varan insanların imanı estetik
bir imandır.” Kendisiyle barışık bir imandır. Ve dolayısıyla bu iman kişisel bir
imandır. Baskıyla oluşan veya taklide yönelik bir iman değildir. “Sanatla,
ilimle, aşkla elde edilen iman gerçek bir imandır.” Bunda taklit olmaz. Aşk ilim
ve estetik. Bu üçlü temele dayanan iman güçlü bir imandır. Böyle bir iman
dünyanın en sağlam kalesinden daha sağlamdır, kimse yıkamaz.
Allah Cemil’dir mesela. Sanat da Cemil’dir. Güzelliği
hissedebilen bir sanatçı Allah’ın Cemil sıfatını, musavvir sıfatını, bedi
sıfatını ötekilerden çok daha iyi kavrar. Benim Allah’ım güzeldir ve güzeli
sever. Ben mesela, şiir yazıyorum, fotoğraf çekiyorum. Cenneti çok iyi
anlıyorum. Ama estetikle bir alakası olmayan, bir gülü koklamayan, sevdiğine bir
çiçek vermeyen, bir ağaç ekmeyen, tebessümle bakmasını bilmeyen bir insan
Allah’ı nasıl tanır? Ne kadar iyi tanır? O bakımdan hakikate ulaşmak için sanat
şarttır.
- Hayır tesadüf değildir. Tasavvuf saf halde kalp
rikkatidir. Bunu tarikat boyutuyla değil, felsefî boyutuyla ele alıyorum.
Tasavvuf rikkatli kalp elde etmeyi başarmıştır. “Kalp inceliği” Kur’an’ın bütün
mesajı burada toplanıyor: Sorumluluk bilinci, incelikli düşünme. Sevgi ve
güzellik duygusu. Tasavvuf dediğimiz de budur zaten. Bu bakımdan sanatın
tasavvuf çevrelerinde gelişmesi bir tesadüf değildir. Mesela onların ne çok
kullandıkları yazılar “Edeb Ya Hu”, “Ya Vedûd” gibi yazılardır. “Ya Vedûd” seven
ve sevilen; aşık ve maşuk demektir. Allah (cc) seven ve sevilen bir varlıktır.
Demek Allah da bize aşıktır. Vedûd, Allah’ın isimlerinden biridir. Bunun
anlamını en çok bilen de eski mutasavvıflardır. Bu yüzden sanatla
uğraşmışlardır. Allah’ın güzel sıfatlarıyla hemhal olmuş sanatçılar bu yüzden
ince insanlardır.
- Her sanatın arkasında bir felsefe vardır. Bizim İslam
sanatlarının da, Batı sanatlarının da arkasında kendi felsefeleri vardır. Bizim
klasik sanatlarımızın arkasında soyutluk vardır. İslam’da da soyut inanç vardır.
Allah (c.c.) soyut bir varlıktır. Biz soyut bir varlık olan Allah’a inanıyoruz.
Yani gözle görülebilen bir Tanrı yok bizim inancımızda.Budistlere bakıyorsunuz Tanrı bir insan. Eski yunanlılara
bakıyorsunuz, insandan ilahları var. İlahlaşmış insanlar, insanîleşmiş ilahlar.
Çok şeklî düşünen insanlar.Hristiyanlara bakıyorsunuz, onlar da Hz. İsa’yı, beşer
olan Hz. İsa’yı ilahlaştırmışlar ve Tanrıyı bu şekilde düşünmüşler. Bu bakımdan
onların sanatlarının soyut olmaması gayet normal. Figüre yönelmeleri
tabiidir.Bizim tanrı inancımızda böyle bir şey yoktur. Bizim Allah inancımız
mücerrettir. Somut değildir. Dolayısıyla biz almışız bir gülü,
soyutlaştırmışız.Bunu bir fotoğrafla anlatmamışız. O Allah inancı ruhumuza
işlemiş. Hiç farkında değiliz. Sanatkâr onu yaparken benim Allah inancım
böyledir diye düşünmemiş belki ama biz her şeyde soyutlaştırmaya gitmişiz.
Mesela Selçuklu sanatçıları insan figürlerini soyutlaştırmışlar,
üsluplaştırmışlar. Bunları fotoğrafik, natüralist bir anlatımla anlatmamışlar.
Bunun yerine stilize ederek kendilerinden bir şey katarak anlatmışlardır.
- 30-40 yıl öncesine göre bir kıpırdamanın olduğunu
görüyoruz. Tezhibin yeniden canlandığını görüyoruz. Minyatür yeniden doğdu.
İstanbul’da güzel örneklerini görüyoruz. Tasavvuf musikisinde beste yapan
sanatkarlarımız var. Refet Hatiboğlumuz var. Demek ki eski klasik
sanatlarımızda faaliyetler başladı. Yeter ki devlet desteklesin, bizi arabeske
boğmasın. Yine bir takım cemaatler klasik sanatlarımızı alıcı olarak
desteklesin. Mesela beni düğünlere davet edenlere ben altın hediye etmiyorum.
Tencere, kap kacak vs. hediye etmiyorum. Ebru hediye ederim. Bir sanat eseridir.
Onu anlayacak seviyedeyse tabi. Odama bakın tablolarla dolu. Evim de böyledir.
Tablolar, eski yazılar, tezhipler, fotoğraflar vardır. Mesele insanın estetik
zevkini yükseltmektir.
- Batı sanatlarının arkasında felsefe vardır. Darvin
vardır, Karl Marks vardır… İnsanların ihtiyaçları, arzuları vardır. Batıda
bunları görürsünüz. Arka plana bakmak gerekir. Bizim insanımız para kazanmak
için sanatla uğraşmaz, içinden gelir. Biz de sanat, insanın kendisini ifade
etmesi için vardır. Sanat gayedir, onlarda ise vasıtadır.
|
İSLAMIN SANATA BAKIŞI
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder